Gölgenin yalnızlığı

HomeManşet Haberler

Gölgenin yalnızlığı

 Dört mevsim çok mevsimdi yaşamak için, alıp yardan yere doğru vurdular bazılarımızı. En uzak olanımızı da iki ses öteye attılar.

İki ses uzakta olmak nasıl bir uzaklıktır bilir misin, nasıl bir yalnızlıktır.

Bilirim dedi; ben, çöl ortasında kalan bir yalnızlıktım.

Ve kendimle hayatın arasında kendimi unutmuş bir “tenere ağacı”ydım.

Ölüm, nasıl da kör bir karanlık, uzun ve uzak bir çizgi, sonsuz ve ince bir keder gibi.

Bir bıçak uzatıyorsun, susturan bir bıçak uzatıyorsun bana.

Kimsenin kimseye dokunmadığı bir çağdayız işte, herkesin bir başkasına sus dediği bir çağda.

Bir enkaz altında gibiyiz hepimiz, yeri biraz geniş olan bir başkasının yerinin dar olmasına nasıl da seviniyor.

Birazcık nefes alan, bir başkasının nefes almasını nasıl da kıskanıyor.

Nasıl kör bir dünya bu!

Sabır diyorum yine de, sabır.

Hayatın sabır küreğini çekiyorum. Kollarım yoruldu, çok yoruldum, takatim kalmadı desem; “olsun, sen bir daha dene” diyorlar.

Sözcüklere sarılıyorum, onlar da olmasaydı, ne yapardık!

Taş avlulardaki anılar gibi sözcükler, taş avlulardaki sabah serinliği, akşam gölgesinin yalnızlığı gibi.

Sadece bakıyorsun dünyaya, susuyorsun, ağzın yok, kulakların sağır, kolların kopmuş, bilincin senin olmayan bir hayatla sınanmış gibi, çok eski şeyler hatırlıyorsun, ölüm gibi şeyler işte.

Var git yoluna, dedi.

Ben çok eski bir söylenceyim, çok eski bir tabletim; kilden bir tablet, zaman beni çok kırdı.

Geldim sana, Dicle’min kıyısı, geldim sana, bak üstümüzde rüzgârın gölgesi duruyor, sîba diyorlar buralarda o gölgeye; belki bir kızın rüyasıdır sîba, belki bir kız çocuğunun adı, kim bilir, belki de Alişer’in rüyasıdır veya Zarife’nin kendi kardeşinin kesik başını okşayışıdır sîba, kim bilebilir!

Zaman, bir makas gibi almış ağzına bizi, durmadan biçiyor.

Ah kederim, bir daha kavuşamayacağım kederim, bir gölgenin yalnızlığıyım, sîba’nın yalnızlığıyım, bak yaramızı sarıyorlar, kim var orada, ses ver diyorlar; belki Türkçe duymuyordur, Kürtçe bağırın diyorlar.

Dilimi işte buralardan öğrendim, buralardan sevdim seni; mezar taşlarına yazılan sözlerden, ağıtlardan, yaslı mendillerden, adak ağaçlarına bağlanmış dualardan.

Şimdi sırtımı verdiğim şu gölge benimle konuşuyor, yalnızlığını anlatıyor bana; bir çiçeğin üstüne düşen sevincini, kuşkonmaz saatlerin akşam olunca kendisini nasıl da alıp götürdüğünü anlatıyor.

Bekle geleceğim, dedi.

Nasıl da inandım ben kendime, kendi gölgeme, şarkıların o cüzamlı sesine, nasıl da inandım Dicle’nin o akışına.

Bak, burada yine akşam oldu, bakmıyor artık bana şu duvarda duran yüzün, kendi gölgesinde boğuluyor, gölgesinin yalnızlığında. Kıvrıldığım yerden bir ses geliyor, bir uğultu, ince, çok ince bir uğultu, sîba’nın yalnızlığı sanıyorum.

Biqîre kî li wir e:

Yên li ser erdê gazî jêrzemînê dikin: kî li wir e, ger tu bibihîzî, lingê xwe li cihê xwe bixî.

(Kim var orada ses verin:

Yer üstündekiler yeraltına sesleniyor: kim var orada, duyuyorsan ses ver, ayağını kendi boşluğuna vur.)

Çima avên ku ez pê bawer im tim derewan dikin min di guhê Dîcle de got.

(İnandığım sular niye hep yalan söyler, dedim kulağına Dicle’nin.)

 

Sonra işte, bütün bu olanlardan sonra, sîba kendi yalnızlığında boğulup kayboldu.

Mazlum Çetinkaya

 

 

*Sîba: Kürtçe, rüzgârın gölgesi, anlamındadır. Şair Ülkü Bingöl’e selamım ile…

 

 

 

 

 

 

 

 

Subscribe
Notify of
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments